Nöropsikofarmakoloji
Nöropsikofarmakoloji (yunanca: neuron + psyche + pharmacon + logos => sinir - ruh/akıl - ilaç - bilim)
Nöropsikofarmakoloji
20’inci yüzyılın ilk yarısında psikoloji ve psikiyatri bilimleri fenomenolojik, yani gözleme dayalı bilimlerdi. Hastalarda gözlenen davranışlar veya temalar, çocukluk deneyimleri, kalıtsal olarak geçen eğilimler veya beynin belirli kısımlarında oluşan zedelenmeler ile açıklanırdı. Zihnin fonksiyonlarını veya fonksiyon bozukluklarını açıklamanın yolu bu idi.
Gerçekten de psikolojinin davranışsal dalı fonksiyon bozukluklarını bir “yazılım” hatası olarak görme eğiliminde idi.
Nöropsikofarmakoloji 1950’lerin başlarında, MAO inhibitörleri, tricyclic antidepresanlar, thorazine ve lityum gibi, depresyon ve şizofrenide işe yarayan ilaçların keşfi ile başlar. O güne kadar bu karmaşık hastalıkların herhangi bir ilacı yoktu. Beyin devrelerini ve nörotransmitter’ları doğrudan etkilemek için lobotomi denen beyin ameliyatları veya beyne kuvvetli elektrik akımı vererek hastanın katılaşmasına yol açan yöntemler tedavi olarak kullanılırdı.
Nöropsikofarmakoloji’nin ima yolu ile iddia ettiği şudur; zihnin gerek normal, gerekse ilaç vasıtası ile değişikliğe uğramış tüm halleri, ve de zihinsel veya bilişsel fonksiyon bozuklukları, temelde nöro- kimyasal kaynaklıdır, daha detaylı bir bakışta ise merkezi sinir sisteminin devrelerini oluşturan yollardan kaynaklanır (nöron doktrini). Dolayısı ile nöronların veya sinir hücrelerinin çalışma şeklinin anlaşılması zihnin anlaşılması için ön şarttır.
Bu bilimin nihai amaçlarından biri, farklı nöro-patolojik durumlar ve psikiyatrik bozukluklar için farklı reçeteler düzenlemek ve geliştirmektir.
Nöropsikofarmakolojik araştırmaların sonucu ise nörotransmitter (taşıyıcı) sistemin içinde belli seçilmiş ve spesifik reseptörlere (alıcı) etki eden ilaçlar tasarlamak ve geliştirmektir.
Bu aşırı-seçici ilaçlar, beynin belli bir sinirsel aktiviteyi kontrol eden bir bölümünü hedefleyerek, bir yandan etkiyi azami seviyeye çıkarırken diğer yandan da istenmeyen yan etkileri asgariye indirmeyi amaçlar. Beyin üzerine yapılmış araştırmalar, beyinde oluşan hemen her şeyin, nöronların ateşlemesi ve geri çekilmesi ile oluştuğu yönündedir. 20’inci yüzyılın son 10 senesinde nörotransmission sürecinin anlaşılması için gerekli bilgiler edinilmiştir. Bunlar başlıca: · Nörotransmitter maddelerinin sentezi ve depolanması · Bu içiçe baloncuk şeklinde maddelerin geçirgen hücrelere bağlanması · Reseptörlerin (alıcı) aktivasyonu ve peş peşe kimyasal reaksiyona girmesi · Taşıma mekanizmaları (tekrar yükleme) ve/veya enzim bozulması Daha önceden bilindiği üzere, hücrelerin voltajı ve elektrik alışverişi, hücreler arası iyon kanalları vasıtası ile oluşur. Potasyum, Sodyum, Magnezyum vs gibi farklı iyonik değerlere sahip madensel tuzların, hücre içerisinde bulundukları farklı yoğunluklar hücrelerin voltajını belirler. Bu akımların nasıl kontrol edildiği, alıcı (reseptör) yapısı ve G proteinlerin anlaşılması ile çok daha açıkça anlaşılır hale gelmiştir. Birçok reseptör, beşli halde bir arada yoğunlaşan, hücreler arası geçiş sağlayan proteinler veya amino asit zincirleridir. Transmitter (taşıyıcı) genellikle bu iki proteinin birleşim noktalarına, hücre duvarının hemen dışına yapışır. Komple nörotransmisyon prosesi genetik seviyeye kadar uzanan bir prosestir. Bir gen’in içerisinde bulunan bilgi o genin imal ettiği proteinin yapısını belirler. Bu insandan insana değişen bir özelliktir. RNA tarafından imal edilen enzimler farklılık gösterir. Dolayısı ile nörotransmitter’ları sentezleyen veya parçalayan enzimler, reseptörler ve iyon kanalları, DNA’mızda bulunan kodlara göre mRNA (mesaj taşıyıcı RNA) tarafından imal edilirler. Bu tür ilaçlara yaklaşım ise çok açıktır: bir hedef proteinin hareketliliğini azaltan veya arttıran herhangi bir kimyasal, bu kullanım amacı ile incelenmelidir. Esas amaç ise belli bir hedef reseptöre özel ve yan etkisi olmayan bir ilaç bulmaktır.