Çakırcalı, Zile

Çakırçalı Köyü
  Köy  
Tokat
Ülke Türkiye Türkiye
İl Tokat
İlçe Zile
Coğrafi bölge Karadeniz Bölgesi
Nüfus (2000)
 - Toplam 224
Zaman dilimi UDAZD (+3)
İl alan kodu 0356
İl plaka kodu
Posta kodu 60400
İnternet sitesi: http://www.cakircalikoyu.org/
YerelNET sayfası

Çakırçalı, Tokat ilinin Zile ilçesine bağlı bir köydür.

Köyün web sitesi http://www.cakircalikoyu.org/ olup, köy resimlerine ve bilgilerine bu siteden de ulaşabilirsiniz.

Tarihçe

Köyün kurucuları Cırıklardır İlk kurucusu CIRIK MISTIK lakabıyla anılan Mustafa KALENDER'dir. (Cırıklar 13. Yüzyılda anadolu topraklarına gelen BEYDİLİ TÜRKMENLERİNİN CERİTLER kolundandır.Tarihsel erazyonu ve asimile edilmeyi reddeden bir anlayışla Anadolu türkmen sürgünlerinde malatya , sivas,maraş, hatay koridorunda 16. ve 17. Yüzyılda sürekli sürgün edilmişlerdir. Ve bu bağlamda hem isimlerini ve benliklerini korumak hemde sürgünlerden kurtulmak için diyardan diyara dolaşan göçmen bir kuş olan* CIRIK* ismini kendilerine verirler. Halen başka illerde cerit ismini devam ettiren ler vardır. Son olarak 1865 fırka-i ıslahıye ile , malatya, maraş, sivas, tokat, çorum, Yozgat, kırıkkale ,ankara , illerinin dağlık ve ovalık kesimlerine diğer türkmen boyları ile iskan edilmişler ve yerleştirilmişlerdir.) Daha sonra köye yerleşenler Kölükler, kürdoğulları(kurtlar) topuzlarlardır.Köy İSTİKLAL harbinde bir çok şehit vermiştir. Bu bağlamda HÜNKAR HACI BEKTAŞ- I VELİ ' nin ** Yolumuz İlim İrfan ve İnsanlık Sevgisi Üzerine Kurulmuştur.** sözü VE GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ' ün **Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketi seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız Milli kültürümüzü muasır medeniyetler seviyesine çıkaracağız.** sözlerini kendilerine bir düstur ve meşhale belirleyerek köyün her ferdi her zerresi her gözesi Mustafa Kemal ATATÜRK ve aziz şehitlerimizin bize emanet ettiği gelecek kuşaklarımızında bize ödünç verdiği bu VATANIN aydınlık yarınlara koşması için yılmaz savunuculardır. Köyün ismi Türk dil kurumu araştırmalarına göre ÇAKIR ve ÇAL isimlerinden göreceli olarak verilmiştir. ( ÇAKIR* = gök rengi griyimsi mavi bir renk ÇAL * = çıplak taşlık kel tepe )gök rengi kel taşlık tepe anlamına gelen ÇAKIRÇAL' I ismi verilmiştir.

Kültür

Âşık Katibî’nin Hayatı

Âşık Kâtibi 1863 yılında Tokat’a bağlı Zile’nin Çakırçalı Köyünde doğdu. Asıl adı Ali’dir. Baba İsmail Malatya’nın Akçadağ İlçesine bağlı bir köyde ikamet etmekte iken göç etmek zorunda bırakılmıştır. Baba her şeye rağmen, her şeylerini o köyde bırakarak iki çocukları ile birlikte Zile’nin Çakırçalı Köyüne gelip yerleşir. İsmail’i çocukları ile birlikte göç etmeye zorlayan neden, günümüzde de olduğu gibi o dönemde Sünni Osmanlı hükümetinin ve Sünni toplumunun Alevi toplumu üzerindeki baskısı ve zulmüdür. İsmail’in babası o çevrede yaşayan Sünni köylüler tarafından öldürülmüştür.

Bu gün Alevi toplumu bütün gelmiş geçmiş Sünni iktidarlar döneminde ikinci hatta üçüncü sınıf vatandaş durumunda bırakılmış, hep itelenmiş hiçbir hak sahibi olamamışlarsa, geçmişte de Osmanlı karşısında hiçbir zaman hakkını arayıp hak ettikleri değeri görememişlerdir. Onlar daha da çok horlanıp itilmişlerdir. Nasıl ki bugün Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta ve çeşitli bölgelerde katliamlara uğramışlarsa, o günlerde de yer yer toplu katliamlara uğramış, bölgeden bölgeye sürülmüş, sürekli çevresinde ki Sünni köylülerin ve Osmanlının zulmüne maruz kalmışlardır.

İsmail ve ailesi gibi niceleride o bölgede ve ülkenin birçok yerlerinden oradan oraya göç ettirilmek zorunda bırakılmışlardır. Konakladıkları yerlerin göç ettikleri yerlerden daha güzel olmadığını ve ulaşımının daha kolay olmadığını belirtmeye gerek bile görmüyorum. Çünkü nerde bir Alevi köyü varsa ya dağın tepenin arkasında, yada çukurda hiç kimsenin göremeyeceği kuytu bir yerdedir. Bunun nedeni ise yukarıda belirttiğim gibi Osmanlının ve Sünni toplumunun baskılarından ve zulmünden uzaklaşmak için bu gibi yerleri tercih etmeleridir.

Adından da anlaşılacağı gibi Çakırçalı Köyü tepenin üzerine kurulmuş taşı kayası oldukça fazla olan bir köydür. Güzelbeyli kasabasından bakıldığında (eski adı Silis) iki tepe arasına sıkışmış küçük bir köy. Köyün önceki hali ormanlık içerisinde, kerpiç yapılı derme çatma toprak damlı evlerden oluşmakta idi. Günümüzde ise bazı evler iki katlı betondan yapılmış, çatıları kiremitli, daha derli toplu gözükmektedir.

İsmail Malatya’da ikamet ettiğinde maddi durumu çok iyidir. Çakırçalı Köyüne gelirken de yüklü miktarda para ile geldiği köyün büyükleri tarafından anlatılmaktadır. Köye yerleştiğinde köyde kendilerinden önce oturanların olduğu bilinmektedir. İsmail zamanla yanında getirdiği parayla köyün arazisinin yarısına yakınını satın alır. Malatya’da olduğu gibi artık burada da durumu çok iyidir. Çevresindeki köylerin hepside Alevi köyleridir. Bundan böyle İsmail hem köyünde hemde çevresinde sözü geçen ve sevilen birisi durumundadır.

Ali bu köydeki kerpiç yapılı toprak damlı bir evde doğar. Sekiz on yaşlarına kadar köyde annesi ve babasının gözetiminde yaşar. Ali yaklaşık on yaşlarındadır. Babası onu okuması için Zile ilçesinde bir akrabasının yanına gönderir. Ali bu akrabanın yanında Ulu Medrese’de on dört yıl medrese eğitimi alır. Osmanlıcayı, Farsçayı ve Arapçayı çok iyi bilmektedir. Ali büyümüş yaklaşık yirmi beş yaşlarında genç bir delikanlıdır. Babasının evinde on iki perdeli bir de bağlaması vardır. Onu bağlama merakı sarar. Babasının da onca gayretlerine rağmen her ne hikmetse bir türlü bağlama çalmakta başarılı olamaz. İnatçılık yönü de olduğu için bir türlü bağlamadan da vaz geçmez.

Ali yirmi beş yaşlarında Zile’den bir kızla nişanlanıp evlenir. Bu evlilikten Murtaza ve Haydar isimli iki erkek çocuğu olur.

Ali’nin oğlu Murtaza, babasının işi ile ilgili bir anısında “Bir gün evimize atlı, iki kişi geldiler. O zamanı cok iyi hatırlıyorum. Önceleri babamda annemde korktular. Daha sonraları babam o gelen atlıların devletin adamları olduklarını, kendisini bir konu ile ilgili Zile’den istediklerini, korkmamamız gerektiğini, en geç iki üç gün içerisinde gelebileceğini söyledi. Buna rağmen bizler babam gelene kadar korkudan tir tir titredik” diye anlatır. Bu görüşmeler sonucu Ali bir süre nahiye müdürlüğü yapar. Hangi nahiyenin müdürlüğünü yaptığı konusunda bilgi sahibi olmadığımız için görev yaptığı yeri belirtemedik.

Oğlu Murtaza bir anısında“Ben ve kardeşim yaklaşık dört beş yaşlarında idik. Köyden ayrıldığımızda annemde biz de sık sık ağlardık. O dönemlerde bu kadar eğitimli insanlar görmek mümkün değildi. Anladığım kadarıyla babam da bu görevi isteyerek yapmıyordu. Bir bakıma zorla yaptırtıyorlardı. Çünkü babamın durumu çok iyi idi. Devletten alacağı paraya ihtiyacı yoktu. Çevreden ve köyden ayrı kalmamız hem annemi babamı, hemde bizleri üzüyordu. Nasıl olduğunu bilmiyorum amma, babam hiç birimizin de onaylamadığı bu görevi bıraktı” diye anlatır.

Baba İsmail’in vefatı ile Ali’nin ailevi sorumlulukları daha da artmıştır. Ali yaklaşık otuz beş kırk yaşlarındadır. Hâlâ bağlama çalmasını öğrenememiştir. Ali bir gece rüyasında bağlama çalmaya çalışırken, karşısına yaşlı, aksakallı, elinde asası nur yüzlü birisi çıkar. Bu yaşlı, nur yüzlü kişi Ali’ye “Sen ne yapmaya çalışıyorsun” diye sorar. Ali ise cevap olarak “Yıllardır bağlama çalmayı öğrenmeye çalışıyorum ama bir türlü çalmasını öğrenemedim” der. Bunun üzerine yaşlı ihtiyar elindeki kadehi uzatarak “Korkma al bu doluyu iç, bundan böyle hem çalacak hem de söyleyeceksin” der ve kaybolur. Ali korku ile uyanır. Bir süre uyuyamaz.

Mevsimlerden kış mevsimidir. Köyde cem ibadetini yürütmek için gelmiş olan dedeye niyazını yaptıktan sonra bir köşeye oturur. Ali düşüncelidir. Onun düşünceli halini gören dede “Neyin var? Niçin bu kadar dalgınsın?” diye sorar. Dedenin bu sorusu üzerine Ali, dede ve yanında bulunan köyün büyüklerine gördüğü rüyayı anlatır. Dede ile köyün büyükleri gelecekte kendisinin iyi bir ozan olacağı müjdesini verirler.

Kısa bir süre sonra Ali hem saz çalmasını öğrenir, hemde irticalen söylemeğe başlar. Bunun üzerine köyde bulunan dede Ali’ye sana bir isim bulmamız gerekir der. Bundan böyle deyiş ve duazlarında “KÂTİBİ” mahlasını kullanacaksın der. Dede Şah İbrahim ocağına mensup bilge bir kişidir. Ali yerinden kalkarak duaya durur ve böylece Kâtibi mahlasını da almış olur.

Diğer büyük halk ozanlarında olduğu gibi Kâtibi’nin de haktan dolu içtiği görülmektedir. Bütün deyiş ve duazlarında Kâtibi mahlasını kullanmıştır. Kâtibi’nin gördüğü o gizemli rüyadan sonra ilk okuduğu deyişin aşağıya ilk dörtlüğünü yazdığımız deyişin olduğunu oğlu Murtaza da teyit etmektedir. Bu deyişin tamamını Kâtibi’nin hayat hikâyesinden sonra ki deyiş ve duazlar bölümünde bulunmaktadır.

Kül etti derunum aşkın ateşi

Akıbet bu bizi yakar savuşur

Ne bilsin başına gelmeyen kişi

Seyreder kenardan bakar savuşur

Kâtibinin yazmış olduğu eserlerine bakıldığına daha çok edebiyatın ve felsefenin ağırlık kazandığı görülüyor. Bu eserlerin birçokları halkın ezberinde ve bazı sanatçıların repertuarında yer almaktadır. Bu eserlerden bazılarını da kendisinin müziklendirdiğini bilmekteyiz. Kâtibi’ nin çok iyi bağlama çaldığı söylenilmektedir. Zile ve çevresinde Hak’a yürüyen onlarca Halk ozanlarının en önde geleni, güçlü ve etkileyici bir Halk ozanı olduğu görülmektedir.

Oğlu babası Kâtibi’nin hayatı boyunca dört yüzün üzerinde eserinin olduğunu söylemektedir. Ne yazık ki yazmış olduğu bu dört yüzün üzerindeki deyiş ve duazların bulunduğu cönk Artovalı Gurap Ali adında bir kemancı tarafından geri iade edilmek üzere alındığı, ancak bir daha da geri getirilmediği oğlu Murtaza tarafından anlatılmaktadır.

Kâtibi yaşamı boyunca hiçbir rahat yüzü görmemiştir. Bir taraftan devletin baskısı bir taraftan da eşkıyanın baskısı devam etmektedir. Osmanlı’nın son dönemlerinde karınlarını doyurabilmek için kol gezen eşkıyanın yer yer köyleri basarak yiyecek ve giyecek topladıkları bilinmektedir. Bu baskınları en çok ta köyde durumları iyi olan aileler üzerinde yoğunlaştırdığı bilinmektedir. Kâtibinin durumunun çok iyi olduğu eşkıyalarca da bilindiği için en çokta karınlarını orada doyururlarmış.

Kâtibinin oğlu Murtaza babasının istemeyerekte olsa bunu yapmak zorunda kaldıklarını şöyle anlatıyor; “Biz o dönemler iki kardeşte buluğ çağlarında idik. Bir grup eşkıya gelir hem karınlarını doyurur, hemde diğer arkadaşlarına ne bulurlarsa yiyecek giyecek alıp götürürlerdi. Giderken de eğer bizleri devlete ihbar ederseniz kendilerinizi yok bilin diye de tehditler savururlardı. Bizler korkumuzdan devlete ihbarı değil sesimizi dahi çıkaramazdık”

Eşkıyaların o civarda en çok Kâtibi’nin evinde karınlarını doyurduğunu duyan devletin bazı yetkilileri Kâtibi’nin evine baskınlar düzenler. Kâtibi çaresizlik içerisindedir. Çünkü bir tarafta devletin baskısı vardır, diğer tarafta ise eşkıyanın baskısı. Devlet adına gelen bazı yetkili kişiler Kâtibi’yi eşkıyaya yataklık yapıyor, eşkıya besliyor diye tutuklar. Kâtibi idamla yargılanır. Kâtibi’yi tanıyan çevrede ki Sünni köylerinde hatırı sayılır, sözü dinlenir bazı kişiler Kâtibi’nin böyle bir şey yapmayacağı hususunda şahitlik yaparlar. Bu şahitlik üzerine Kâtibi idamla yargılanmaktan kurtulur.

Aradan çok zaman geçmez Kâtibi tekrar tutuklanır. Bu defada Kâtibi Kızılbaşları örgütlüyor, onları devlete karşı kışkırtıyor diye tekrar idamla yargılanır.

Hâlbuki Osmanlının son dönemlerinde halk fakir ve perişandır. İnsanlar çocuklarının karınlarını doyurabilmeleri, akşamları bir lokma ekmeği evlerine götürebilmek için her türlü eziyete katlanırlarmış.

Kâtibinin maddi durumunun iyi oluşu ister istemez durumu iyi olmayan bazı insanları da yanına çekmiştir. Akşama kadar çalışan birçok insan burda hem karınlarını doyuruyor, hemde akşam evlerine dönerken çocuklarının nafakalarını da beraberinde götürüyorlarmış. Kâtibi’nin tutukluluğu devam ederken bir yandan da evi gözetim altına alınmış. Devlet yetkililerinin Kâtibi’yi tutuklamasıyla çevresindeki insanlar Kâtibi’yi daha da sahiplenmiş, adeta ona kol kanat olmuşlardır. Gizlice Kâtibi’nin evini gözetleyen devletin yetkilileri bunun bir örgütlenme olmadığını, gelenlerin çoğunluğunun ihtiyaçtan geldikleri kanaatine vardıkları için Kâtibi’yi tekrar salıverirler.

Kâtibi’nin devletle karşı karşıya kalmasına sebep olan en büyük nedenlerden biri Kâtibi’yi çevrede çekemeyen bazı kişilerin asılsız ihbarlarından kaynaklandığı anlatılmaktadır. Kâtibi bu yüzden çok çekmiştir, kendisini çekemeyen bazı insanlardan da oldukça dertlidir.

Yıl 1930, Mevsimlerden İlkbahar. Kâtibi 67 yaşlarında hastalanır. Yakınları onu tedavi ettirmek için kasabaya götürmek isteseler de gitmek istemez. Tedavi için hastane ye gitmeyişinin nedeni yine görmüş olduğu gizemli bir rüyadan dolayıdır. Oğlu Murtaza, babası hastalandığında öldüğü güne kadar yazmış olduğu deyiş ve duazlardan sadece birisinin bir dörtlüğünü okuduğunu, o eserin aşağıda yazılı olanlar içerisinde olmadığını, hangi eser olduğunu bir türlü hatırlayamadığını söylüyor.

Hastalığa yakalanması ile vefat etmesi yaklaşık bir ay kadar sürer. Nisan veya Mayıs ayları içerisinde Hakkın rahmetine kavuşur. Kâtibi’nin ölümünden yaklaşık bir yıl sonra da torunu doğar. Babası ona Kâtibi’nin adı olan Ali (Âşık Ali KURT) ismini verir. Adını verirken de kulağına, adın gibi iyi bir ozan ve âşık ol der.

Kâtibi’nin yaşamı ile ilgili hiçbir kaynak bugüne kadar ne yazılmış, nede hayatı hakkında kendi köyünde yaşamlarını sürdürmekte olan insanların bazı dedelerin dışında, hiç bir bilgi sahibi olana rastlanılmamıştır.

Bazı sanatçı ve yazarların yeterli bilgiye sahip olmadan kulaktan dolma bilgilerle Kâtibi’ye ait olan eserlerin Güzide Ana’ya aitmiş gibi yorumlar yapmalarının ne kadar üzücü olduğunu belirtmek isterim. Bu hususta yeterli bilgi ve birikime sahip olmadan yorumlar yapan insanlara sormak gerekir. Kâtibi mahlasının Güzide Anaya ait olduğunu iddia edenler Kâtibi’yi ve Güzide Anayı ne kadar tanıyorlar?

Bugüne kadar gelmiş geçmiş ulu ozanların hepsine de ayrı ayrı bakıldığında hiç birisin de çifte mahlas kullandığı görülmemektedir. Sıdkı hariç (Pervane). Sıdkı’nın da çifte mahlas kullandığı konusunda kuşkularımın var olduğunu belirtmek isterim. Aslına bakılırsa bu konunun uzmanları Sıtkı, Pervane hususunu iyice araştırdıktan sonra kesin bir sonuca varmalıdırlar. Nasıl ki Sıtkı, Pervane konusunda benim kuşkularım varsa, bu hususta konuştuğum bazı insanlarında kuşkularını bir şekilde gidermiş olurlar. Anlaşılan ya Sıtkı’nın eserleri Pervaneye, yada Pervanenin eserlerinin Sıtkı’ya yazıldığı kuşkuları sürüp gidecektir. Çünkü Nesimi’den, Verani’den, Hatayi’den, Teslim Abdal’dan, Derviş Muhammet’ten, Kulhimmet’ten, Pirsultan’dan tutunda günümüzdeki Veysel’e, Mahsuni’ye, Akarsuya, Daimi gibi nice ozanlara bakıldığında hiç birisinde böyle çelişkili bir durumla karşı karşıya kalındığı görülmemektedir.

Bir başka dikkatleri çeken husus ta yıllar önce yaşamış olan Ulu ozanların mahlaslarının, yıllar sonra yaşayan ozanlar tarafından kendilerine aynı mahlası kullanmalarıdır. Bu gibi durumlar ise yazılı olan eserlerin hangi ozana ait olduğu konusunda çelişkiler yaratmaktadır.

Âşık Kâtibi’nin hayatı ile ilgili özgeçmişi ikinci kez kitaplaşmış olacaktır. Bu konuda Kâtibinin hayatını ve eserlerini Prf. Dr. M. Fuat Bozkurt yazmıştı. Kâtibi hakkında daha detaylı bilgi edinmek isteyenlerin kitap ile ilgili bilgi kısmındaki telefondan numarasını arayarak yeterli bilgiye sahip olabileceklerini belirtmek isterim. Kâtibi konusunda yanlış bilgiye sahip olanlar hem Kâtibi’yi daha yakından tanımış olacaklar, hemde Kâtibi ismi ile yazılmış olan eserlerin gerçek sahibine ait olduğu da gerçeklik kazanmış olacaktır.

Âşık Murtaza Kurt'un Hayatı

1909 yılında Tokat’a bağlı Zile’nin Çakırçalı köyünde doğdu. Âşık Kâtibi’nin büyük oğludur. Müzik hayatına henüz 10 yaşlarında iken girmiştir.

Babası o dönemlerde nahiye müdürlüğü yapmaktadır. Evde babasının ufak bir bağlaması vardır. Bağlamanın evde bulunmasını fırsat bilen Murtaza hem merakından hem de öğrenebilmek için neredeyse olanca gününü bağlama çalmaya ayırmıştır. Köyde ikamet etmesine rağmen, bağlama çalıp deyiş ve duazlar okumaktan başka hiç bir iş yaptığı yoktur.

20’li yaşlarında gençlik çağını yaşamakta, askere gitmek için de gün saymaktadır. Artık iyi bir bağlama ustası olmuştur. Bağlamayı öğrenmesinde babası Kâtibi’nin katkısı oldukça fazladır.

O tarihlerde köyde okul yoktur. Okuyup yazmayı babası Kâtibiden öğrenmiştir. Okumayı öğrenmesi ile çeşitli kaynaklardan derlediği türkü, deyiş ve duazları yazmasıyla türkü dağarcığını da genişletmeye başlamıştır. Bağlama çalıp türküler söylemesi, askerliğinin çok rahat geçmesine vesile olmuştur.

Askere gitmeden sözlenen Murtaza askerliğin bitiminden sonra nişanlanır. Kısa bir süre sonra da görkemli bir düğünle evlenir. Babasının maddi durumu çok iyidir. Köydeki çiftçilik ve besicilikle ilgili işlerin yapılabilmesi için yeteri kadar çalışan bulunduğundan Murtaza’nın çalışmasına ihtiyaç duyulmamaktadır. Her gün kendi âleminde, her gün ayrı bir yerde, saz çalıp türküler söyleyerek zamanını geçirmektedir. Bu hayatı yaklaşık 30-35 yaşlarına kadar böyle devam etmiştir.

Babasının ölümünden sonra, kardeşinden ayrılması ile artık ailevi sorumlulukları da başlamıştır. Çocukluğundan 35 yaşlarına kadar yaşadığı rahatlığı ve sazla olan beraberliğini, artık işine gücüne ayırmaya başlamıştır. Önceden olduğu gibi saza söze ayıracak fazla zamanı yoktur. Artık çoluk çocuk sahibi, yetişkin bir ev reisidir. Bu evlilikten 4 ü erkek 2 si kız olmak üzere toplam 6 çocuğu olmuştur.

Babasının ölümünden sonra ailevi sorumluluk üstlenmesi ve işlerininde bir hayli fazla olması sazdan ve sözden bir hayli uzak kalmasına neden olmuştur.

Osmanlının ve sünni toplumunun baskısı altındaki Aleviler ibadetlerini genellikle kış aylarında işin gücün olmadığı ya da az olduğu dönemlerde yaparlarmış. Halende bu gelenek aynı şekilde devam etmektedir. Kışın Dedelerin gelmesiyle, çevre köylerde Murtaza’dan başka saz çalıp söyleyen olmadığı için cemlerdeki zakirliği de kendisi yaparmış. Köye gelen dedeler âşık olması nedeni ile genellikle kendisine misafir olurlarmış.

Köye gelen dedelerden edindiği deyiş ve duazlar her geçen gün hem bilgisini hem de deyiş ve duaz dağarcığının daha da artırmasını sağlıyordu.

40 yaşlarına geldiğinde Sivas’a bağlı Kangal ın eski adıyla Mamaş Köyünden Suzani, Revani ve Fahri gibi âşıklarla tanışır. Bunların üçü de doğaçlama okurlar. Bağlama çalmalarındaki ustalıklarına da diyecek yoktur. Üçününde birer bağlama virtözü olduğu bilinmektedir. Aynı zamanda üçününde Murtaza gibi Şah İbrahim ocağına bağlı olmaları dostluklarının daha da artmasını sağlamıştır. Revani (Veli Bozkurt) Şah İbrahim’i Veli ocağı dedesidir. O tarihlerde kurulan dostluk hâlâ bu gün o sıcaklığını devam ettirmektedir.

Murtaza’nın bu üç ozanla tanışması bağlamada telafi etmesi gereken eksikliklerini tamamlamasına da yardımcı olmuştur. Artık iyi bir bağlama ustasıdır. Yaklaşık 45 yaşlarına geldiğinde iki üç bini geçkin deyiş ve duazın hafızasında yazılı olduğunu, bu sayının 60-65 yaşlarında ise yaklaşık dört binin üzerinde çıktığı ifade etmektedir.

1971 yılında ben Sivas’ta ortaokulda okuyordum. Yazın okullar tatil olduğunda, tatilimi köyde dedemin yanında geçiriyordum. Ölümünden yaklaşık beş yıl kadar önceleri bana “senin yazın çok güzel, birkaç defter alalımda bu eserleri deftere kaydet, zaman olur ki bu eserleri ararda bulamazsın” diye telkinde bulunurdu. Bende yaklaşık bu eserlerden 500-600 kadarını yazabildim. Genç oluşum nedeni ile bu tür deyiş ve duazlar beni sıkıyordu. Âşık Murtaza bir gün bana “Sen bunları yazmak istemiyorsun, yazarken sıkıldığını hissediyorum. Ama bir gün gelecek bunları arayıp da bulamayacaksın” diye ısrar etmesine rağmen deyiş ve duazların tamamını yazdırmayı başaramadı. Bu konuda büyük pişmanlık duyduğumu belirtmek isterim. Böylesi bir fırsatı şimdi yakalamış olsam gece gündüz demeden uykumdan ve zamanımdan fedakârlık yapar onları zevkle yazardım. Bu kültür için çok büyük bir fırsatı kaçırdım.

Bana göre dedem Âşık Murtaza Kurt doğaçlama okuyacak nitelikte bir ozandı. Ne hikmetse kendisine ait deyiş ve duvazların yok denecek kadar az, okuduğu eserlerin hepsinin de geçmişte yaşamış olan ulu ozanlara aitti. Âşık Murtaza Kurt’un kendisine ait olan ancak beş on kadar deyiş ve dazlarının olduğunu görebiliyoruz. Bunları hayat hikâyesinden sonra yazılacak olan deyiş ve duaz lar içerisinde okuyabileceğiz.

1937 Yılında, TRT nin yeni kurulduğu dönemlerde, TRT ye saz ve ses sanatçıları alınacaktır. TRT’nin kurucusu TRT genel Müdürü olan Muzaffer Sarısözen il il, ilçe ilçe dolaşarak TRT ye saz ve ses sanatçıları aramaktadır. Sıra Tokat İline geldiğinde diğer bölgeler de yaptığı gibi bir ay öncesinden il, ilçe, nahiye ve köylerde anons lar yaptırtarak, ismi duyulmuş olan sanatçılara davetiyeler gönderterek 15 Mayıs 1937 tarihinde Pazar günü Turhal şeker fabrikasında düzenlenen mülakata davette bulunmuş.

Fabrikanın lokalinde halka açık ücretsiz yapılan bu programa katılan sanatçıların çokluğu nedeniyle elemeler birkaç gün sürer. Bu elemeler sonucu Murtaza yüzlerce ozan içerisinde birinci seçilir. Yapılan mülakatlar sonucu TRT Genel Müdürü olan Muzaffer Sarısözen, “Murtaza seni TRT ye saz ve ses sanatçısı olarak almak istiyorum. Buna karşılıkta sana 125 TL. Maaş vereceğim” diye teklifte bulunur. Muzaffer Sarısözen in, bu teklifine karşılık Murtaza’nın cevabı hayır olur.

Muzaffer Sarısözen bu hayır cevabı üzerine “sana söz veriyorum üç ay sonra maaşını 150 TL, yapacağım” diye konuşmasını sürdürür. Her şeye rağmen Murtaza, “Muzaffer Bey maaşımı 150 TL. Değil 500 TL. de yapsan yinede gitmek istemiyorum” diyerek yapılan teklifi geri çevirir. Sürekli olumsuz cevaplar alan Sarısözen belki ikna olur düşüncesi ile gayri ciddi, “eğer bu teklifimi kabul etmez isen seni jandarma zoru ile götürürüm” diye sert çıkışta bulunur. Bu sert çıkış üzerine Murtaza, “Muzaffer Bey beni tuvalete de jandarma ile gönderecek değilsin ya tuvaletin penceresinden de olsa yine de kaçarım” diye yapılan teklifleri sürekli reddeder.

Aradan birkaç yıl geçer. Muzaffer Sarısözen kendisini ziyarete gelen Murtaza nın bir dostuna, “Türkiye nin çok illerini dolaştım Murtaza Kurt kadar güzel bağlama çalıp söyleyen hiç bir sanatçıya rastlamadım. Murtaza Kurt o kadar ısrar etmeme rağmen yapmış olduğum teklifimi kabul etmedi. Sazına sözüne hâkim, çok iyi bir sanatçı idi. Saz sanatçısı olarak bana Murtaza’nın çırağı dahi olsa yeterdi” diye sitemde bulunur.

Ben niçin böylesi güzel bir teklifi kabul etmediğini sorduğumda, cevap olarak “o tarihte zile ve çevresinde durumumuz çok iyi idi. Hatırımız sayılıyor, sözümüz sohbetimiz dinleniyordu. Gurbet nedir bilmiyorduk. Hiç gurbete çıkıp gurbetlik yaşamamıştık. İlerisini göremediğimiz için böylesi bir teklife sıcak bakmadım. Birde -Ali Efendinin (Kâtibi) oğlu babasının bunca servetini bırakıp Ankara ya gitti de başkalarına hizmetçilik yapıyor derler diye kabul etmedim” derdi.

Rahmetli dedem gerek dini kültürü ile gerekse belleğinde ki deyiş ve duazların çokluğu ile sanki Ayaklı bir kütüphahe gibiydi. 1970 li yıllardı. CHP den Malatya milletvekili seçilmişti. Lütfü Doğan, (bu isim aklımda kaldı) İsmini çok işitmiştim. Bu kişi bir gün dedemi ziyarete gelmişti. Uzun süre sohbet ettiler. Daha sonra Lütfü Doğan ın ağzından şu cümleler döküldü; “Murtaza Bey sohbetinize doyum olmuyor. Zamanımız elverse de sizinle en azından haftada bir kez sohbet edebilsek”

Lütfü Doğan dedemi ikinci kez ziyaret etti.

Aradan yıllar geçmiş Murtaza yaşlanmıştır. Artık evin sorumluluğunu üstlenebilecek gencecik iki oğlu vardır. Bu nedenle işten tamamen uzaklaşmış, kendisini bağlamasına, deyiş ve duazlarına vermiştir. Kuvvetli bir hafızaya, iyi bir dini kültüre sahiptir. O kadar çok sayıdaki eserleri (deyiş ve duazları) hafızasına nasıl kaydettiğini anlamak mümkün değildir. Hafızasına kaydettiği eserlerin hepside usta eserleridir.

Murtaza artık son günlerini yaşamaktadır. 1977 yılı Sonbaharında hayata gözlerini yummuş, ölümü ile birlikte binlerce eserle onlarca müzikte yok olmuştur. Ben burada yazılı kayıtlarda ve Âşık Ali Kurt’un belleğinde kalan dedesi Kâtibi’nin ve diğer ulu halk ozanlarının eserlerini bir araya getirmeğe çalışıyorum. Ayrıca kitaba “Âşık Kâtibiden toruna ve ulu halk ozanları” ismini vererek bir bakıma da bu üç kuşağın buluşmasını da sağlamış olacağım. Âşıklık geleneğinin Kâtibiden toruna kadar devam ettiğini görüyoruz. Hatta bu gelenek torun Ali Kurt’tan da devam ederek torunları ve yeğenlerine kadar uzanmaktadır. Âşıklık geleneğinde usta çırak ilişkisinin ne kadar önemli olduğu görülmektedir.

    Âşık Ali Kurt'un Hayatı

    Âşık Ali Kurt 1931 yılında Tokat’a bağlı Zile’nin Çakırçalı köyünde doğdu. Kâtibi’nin torunu, Murtaza Kurt’un ikinci çocuğuydu. Onun da bağlamayla tanışıklığı babası gibi sekiz on yaşlarında başlıyordu.

    Müzik konusunda babasından daha şanslı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü babası iyi bir bağlama ustasıydı. Bu nedenle çok kısa süre içerisinde iyi bir bağlamacı oldu. Bağlamayı öğrenmesi ile birlikte yüzlerce binlerce türkü, deyiş ve duazlarıda hazır elinde bulur. Artık oda babası gibi Cemlerde ve dost sohbetlerinde babası ile birlikte saz çalıp türkü ve deyişler okuyabilir duruma gelir.

    Köye gelen dedelerin ve misafirlerin kendisine âşık diye hitap etmeleri, onu sohbetlerine katmaları ve içki masalarına oturtmalarından mutluluk duyuyordu.

    Daha sonraları saz ve söz üstatları olan baba dostları Revani, Suzani ve Âşık Fahri gibi Ozanlarla tanışmanın mutluluğuna erişir.

    Âşık Ali Kurt askerlik dışında otuz beş yaşına kadar çok fazla gurbet hayatı yaşamamıştır. Yaşadığı en uzun gurbet hayatı on beş yirmi günü geçmemiştir.

    Bu otuz beş yıllık zamanında Çakırçalı Köyündeki evinin penceresinden Deveci Dağından esen deli poyrazı sinesine çekerek, dostları ile hoş sohbet dolu günlerini, Hoca beden’i, Yukarı Pınar’ı, Devecinin boranını karını, suların gürül gürül akışını, ilk Baharda koyunun kuzuya karışışını hayal etmekten başka hiçbir şey düşünmemiştir.

    Her konuşmasında mutlaka ya köyü vardır, ya da dostları. Hatta bir türküsünde ileride köyüne ve dostlarına olan sevdasını şöyle dile getirecektir. (Yaz gelmedi yaylalara taşınak – Toplanıp da bir arada konuşak – Sen köyüne ben köyüme kavuşak – Yolcu gardaş git Mevla’yı seversen) der.

    Onun aklı fikri hep köyündedir. O köyüne sevdalıdır. Köyde ikamet etmesine rağmen çiftçiliğe karşı hiç bir ilgi duyamamıştır. Nerde bir şölen ve etkinlik olsa oraya çağrılırdı. Köydeki yaşamı hep böyle renkli geçiyordu.

    1958 yılında Turhal Şeker Fabrikasında işe girer. Burada yaklaşık bir yıl kadar çalışır. Turhal ile köy arası trenle yirmi dakikadır. İşi çok rahattır. Onun çalıştığı bölümde vardiya yoktur. Mesai bitimi akşamları Cuma günü trenle köyüne gidiyor pazartesi sabah ise geri işine yetişebiliyordur.

    Buradaki çalışması fazla sürmez. Daha sonra fabrikadan ayrılarak köyüne geri döner. Bir süre sonra Şah İbrahim Veli Ocağı dedelerinden Veli Bozkurt’un ( Kurt Veli ) yeğeni şu an Amerika’da ikamet etmekte olan iş adamı Ali rıza Bozkurt’tan iş ile ilgili haber gelir. İşe girebilmesi için de en az İlkokul diplomasının olması gereklidir. Ali Kurt’un diploması yoktur. O sadece okuryazardır. Okuyup yazmasını da asker ocağında öğrenmiştir.

    Daha sonra ilkokulu dışarıdan bitirme sınavlarına girer. Diplomasını aldıktan sonra Ankara’da 1966 yılında tekrar İktisadi ve Ticari Bilimler Fakültesinde işe başlar. İşe girişinden yaklaşık yedi sekiz ay sonra 02.01.1977 yılı Ocak ayı başlarında TRT’ye sınavla saz ve ses sanatçıları alınacaktır. Ankara’da çalışıyor olması onun için bir fırsattır. TRT’nin açmış olduğu bu sınava Ali Kurt’ta katılır.

    Sınavdan hemen üç gün sonra, Sivas Karayollarında Mutemet olarak çalışan bir arkadaşı onu İktisadi ve Ticari Bilimler Fakültesi’ndeki işinden ayrılmasını sağlayarak tekrar Sivas Karayollarına işe yerleştirir. İşe yeni girmiş, henüz üç günlüktür.

    TRT’nin açmış olduğu sınav sonuçları da açıklanmıştır. TRT Ankara Radyosu Müdürlüğünün 14.01.1977 tarih ve 083-2-7.05.18 sayılı yazısında 02.01.1977 tarihinde yapılan sınavı kazandınız. 28.1.1977 tarihinde Cuma günü saat 09.00 da Radyomuz Müdürlüğünde hazır bulunmanız gerekmektedir diye çağrılır.

    Yapılan bu çağrıya karşılık vermez. 05.03.1977 tarihinde TRT Ankara Radyosu Müdürü Cahit Obrukkaya’dan tekrar bir çağrı daha alır. Ali Kurt yapılan bu çağrıya da karşılık vermez. Bu çağrılar karşısında çaresizdir. Çünkü işin bir ucunda geleceği, diğer ucunda ise hiç kıramayacağı kardeşim dediği, kardeşi kadar sevdiği bir arkadaşı vardır. Elbette ki bu olup bitenlerden arkadaşının hiç bir haberi yoktur. Arkadaşı haberi yaklaşık bir yıl sonra öğrenir. Bu haber üzerine çok üzülür ama artık iş işten geçmiştir. Yapılacak hiçbir şey yoktur.

    Kısa süre sonra Karayollarının kadrolu elemanı olur. Uzun süre bu kurumda çalışır. 1985 yılında emekliye ayrılarak çok sevdiği bağlamasıyla baş başa kalır. Artık özgürdür, köyüne daha sık gidecek köyündeki dostlarına daha fazla zaman ayırabilecektir. Emekliye ayrılması bir bakıma onun önünü açmıştır. Zamanla ilgili hiç bir sorunu yoktur. İstediği her yere rahatlıkla gidebilecektir.

    Emekli olduktan sonra çağrılan, davet edilen hiçbir yeri veya kurumu geri çevirmemiştir. Çünkü o ticari bir amaç peşinde değildir. Bu nedenle de bağlamasını hiçbir zaman ticari araç olarak kullanmamıştır. Hiçbir zaman bağlamasını ticari bir araç olarak kullanmadığı içinde çok sevilen ve değer verilen bir ozandır.

    Görsel basının yaygın olmadığı bir dönemde ozanlık yaptığı için en çok gezip ziyaret ettiği Tokat, Çorum, Amasya, Sivas ve Malatya gibi Alevilerin yoğun olduğu bölgelerde kendisini sevdirmeyi başarmıştır.

    Emekli olduktan sonra köyüne bir de ev yapmıştır. Yaz mevsiminde dört beş ay burada kalır, sonbahar mevsiminde ise tekrar Sivas’ta ikamet eden oğlu Haydar’ın yanına giderdi. Oğlu Sivas’ta ticaretle ilgileniyordu. 2 Temmuz olaylarından sonra binlerce Alevi gibi Âşık Ali Kurt’ta oğlu Haydar’la birlikte Sivas’ı terk ederek 1995 yılında İstanbul’a nakleder.

    Ömrünün geri kalan kısmını İstanbul’da geçirecekti. Yeni gelmiş olmasına rağmen burada da fazla yalnızlık hissetmedi. Çünkü Tokat’tan, Sivas’tan tanıdığı yüzlerce dostları İstanbul’da oturuyorlardı. Okumuş olduğu eserlerin çok güzel ve anlamlı olması onun İstanbul’da birçok sanatçı dostları ilede tanışmasına da imkân sağladı.

    İstanbul’a taşındığını duyan eşi ve dostları kendisini sık sık ziyarete geliyor ona yalnızlık hissettirmiyorlardı. Yapılan bu ziyaretler onu mutlu kılıyordu. Kendisini ziyarete gelenlere sanki kendimi köyümde hissediyorum, bana bu güne kadar hiçbir özlem yaşattırmadınız diyorsa da köyünün özlemi yine de ağır basıyordu.

    Mayıs ayı başlarında özlemini çektiği köyünün etrafını çayırların çimenlerin bürüdüğü, damlarını Selvi ve meyve ağaçlarının kapattığı, tepelerini kır çiçeklerinin süslediği, dağlarını menekşelerin, lale sümbül ve kekik kokularının sardığı köyünü hayal ediyor, yinede dört beş ay gidip soğuk sularından içmek deli poyrazı sinesine derin derin çekmek istiyordu.

    Köyüne olan özlemini yaklaşık on yıl kadar böyle devam ettirdi. Artık köy yaşamını kaldıramıyordu. Bunu anlayan oğlu şartların ağırlığı nedeni ile gitmelerini istemiyordu. Çünkü köye gittiğinde sık sık hastalanıyordu. Kasaba köye yaklaşık 30 km. idi. Köyün nüfusu ekonomik şartlar yüzünden kimsecikler yok denecek kadar azalmıştı. Köyün nüfusu 40 – 50 yi geçmiyordu. Bu yüzden de ne bir marketi nede bir kasabı vardı.

    Tüm köy halkı ihtiyaçlarını ve sağlık sorunlarını kasabadan hallediyordu. Köyde yaşayanların hepside kendisine yardımcı oluyordu. Kimisi akrabası, kimisi ise yakın dostları idi. Çünkü geçmişte kendi köyüne ve çevrede ki köylere az emeği geçmemişti.

    60 – 70 yıl buralarda zakirlik yapıp cemler düzenlemişti. Bunca yıldır yapmış olduğu hizmetlerinden ve mütevazı kişiliğinden dolayı sevmeyeni yoktu. Herkesin sevgisini, saygısını kazanmıştı. Rahatsızlığı nedeni ile artık köyünde eskisi gibi dört beş ay değil de, sadece bir iki ay kalabiliyordu. Son günlerini yaşıyordu. Oğlu artık köye göndermek istemiyordu. Mayıs ayı geçmişti.

    Yinede onu köyüne çeken bir güç vardı. “Bu sene ilkbaharı yaşayamadık” diyordu. Oğlu baba artık iyice yaşlandın. Bundan sora köy senin için çok zor olur dediğinde oğluna yazmış olduğu dört kıtalık eserin ikinci kıtası ile cevap verir.

    "Dosta giden gönül yorulmaz oldu

    Tatlı muhabbete doyulmaz oldu

    Acı tatlı günler sayılmaz oldu

    Bırak beni sefa ile gideyim"  der.

    O sene yinede köyüne gider. Bir ay içerisinde birkaç kez rahatsızlık geçirir. Bu sene yolcuyum Haydar’a haber iletin der. Oğlu köye gittiğinde tedavisi için doktora götürür. Tedavisi için hastaneye yatırılır. Hastaneden çıktığında durumu gayet iyidir. Üç ay hiçbir sorun yaşamaz. Sağlığı sıhhati yerindedir. Köyün havası yaramıştır. 59 kilodan 70 kiloya kadar çıkmıştır. 26.08.2010 sabah saat 07.10 sularında konuşur durumda iken Hakkın Rahmetine kavuşur.

    Ali Kurt’un yaşamı boyunca yüzün üzerinde türkü ve deyişler yazdığı bilinmektedir. Yazılan bu eserlerin tamamını olmasa da kırk elliye yakınını yazılı kaynaklardan bularak hayat hikâyesinden sonra ki türküler ve deyişler bölümünde yazmağa çalıştım.

    Ali Kurt dedesi gibi eğitimli bir ozan değildi. O dedesi gibi ne kasabada, nede çevre köylerinde okuma imkânı bulabildi.

    Yukarıda da belirttiğimiz gibi Ali Kurt okuyup yazmasını asker ocağında öğrenmiştir. Yazısı iyi olmadığı için de kendi eserleri ile birlikte babasından kalan ulu ozanlara ait deyiş ve duazların hepsini yazma imkânı bulamamıştır.

    Coğrafya

    Tokat iline 97 km, Zile ilçesine 30 km uzaklıktadır.

    İklim

    Köyün iklimi: Bağlı bulunduğu ilçe olarak karasal iklim özelliklerine sahiptir. Fakat yer yer Karadeiz iklimi de görülür hem karasal hem de Karadeniz ikliminin bitki örtüsü mevcuttur fındık ağaçlarının yanı sıra kısa boylu çalılıklar da görülür

    Nüfus

    Yıllara göre köy nüfus verileri
    2007 156 2000 224
    1997 162

    Ekonomi

    Köyün ekonomisi tarım hayvancılık ve ticarete dayalıdır

    Altyapı bilgileri

    Köyde, ilköğretim okulu vardır ancak kullanılamamasının yanı sıra taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Köyün hem içme suyu şebekesi hem kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Köye ulaşımı sağlayan yol asfaltdeğildir köyde elektrik ve sabit telefon vardır.l morg vardır

    Dış bağlantılar

    This article is issued from Vikipedi - version of the 12/25/2016. The text is available under the Creative Commons Attribution/Share Alike but additional terms may apply for the media files.