Evrim düşüncesinin tarihi

Evrim düşüncesi; türlerin zaman içerisinde değişmelerini ifade eden kavram olarak köklerini eski çağlardan; Yunanistan'dan, Roma'dan, Çin'den ve ortaçağ İslâm biliminden alır. 17. yüzyıl sonlarında biyolojik taksonominin başlangıcıyla Avrupa'daki biyolojik düşünce; doğal teolojiye tam olarak uyan ve ortaçağ Aristo metafiziği kavramı olan, her türün kendi karakteristiği olduğunu öne süren özcülükten etkilendi. Diğer yandan Aydınlanma çağında evrimsel kozmoloji ve mekanik felsefe, fizik bilimlerinden doğa tarihine kadar yayıldı. Natüralistler türlerin çeşitliliğine odaklandı ve sonradan "soy tükenmesi" kavramı ile doğa görüşünün temelini sarsan paleontoloji ortaya çıktı. 19. yüzyılın başlarında Jean-Baptiste Lamarck, ilk tamamen biçimlendirilmiş evrim teorisi olan türlerin transmutasyonu teorisini ortaya attı.

Ernst Haeckel tarafından "İnsanın Evrimi"nde (1879) betimlenen, daha sonra kısmen güncellenen yaşam ağacı, 19. yüzyıl evrim düşüncesini açıklamaktadır.

1858 yılında Charles Darwin ve Alfred Russel Wallace, Darwin'in"Türlerin Kökeni" (1859) eserini detaylı olarak açıklayan yeni bir teori yayınladılar. Lamarck'ın aksine Darwin, ortak ata ve dallara ayrılan yaşam ağacı fikirlerini ortaya attı. Teori; doğal seçilim fikri üzerine kurulu olarak çiftçilik, biyocoğrafya, jeoloji, morfoloji ve embriyoloji gibi geniş bir alanda sentez oluşturmaktaydı.

Darwin'in eseri üzerine yapılan tartışmalar; doğal seçilim olarak sunduğu spesifik mekanizma fikri haricinde genel olarak evrim kavramının hızla kabul görmesine neden oldu. Doğal seçilim ise 1920'lerde ve 1940'larda biyoloji alanında meydana gelen gelişmelere dek yaygın olarak kabul görmedi ve onun öncesinde çoğu biyolog, evrimin temelinde başka sebeplerin yer aldığı görüşünü savundu. Yaklaşık olarak 1880'den 1920'ye kadar süren "Darwinizm tutulması" boyunca, doğal seçilime edinilmiş özelliklerin kalıtımı (neo-Lamarkizm), doğrusal evrim ve bir anda meydana gelen büyükmutasyonlar gibi alternatifler sunuldu. 1920 ve 1930'lu yıllarda doğal seçilimin, Mendel genetiği ile yarattığı sentez; popülasyon genetiği olarak yeni bir disiplin ortaya çıkardı. Popülasyon genetiği, 1930'lu ve 1940'lı yıllar boyunca diğer biyoloji disiplinlerini bütünledi ve biyolojinin büyük bir kısmını kapsayan, geniş olarak uygulanabilir evrim teorisiyle sonuçlandı.

Evrimsel biyolojinin kurulmasının ardından biyocoğrafya ve sınıflandırma bilimi ile bütünleşen mutasyon ve doğal popülasyonda genetik çeşitlilik, evrimin matematiksel ve nedensel modellerinin oluşmasına yol açtı. Paleontoloji ve karşılaştırmalı anatomi, yaşamın tarihine yönelik daha detaylı yapılandırmalara olanak sağladı. Moleküler genetiğin 1950'li yıllarda doğuşunun ardından, protein dizileri ile bağışıklıksal testlere dayalı ve sonradan RNA ile DNA çalışmalarını da kapsayan moleküler evrim alanı gelişti. 1960'lı yıllarda gen merkezli evrim görüşü belirginleşti ve bunu adaptiyonizm, seçilim türleri ve doğal seçilime karşı genetik sürüklenmenin göreceli önemi üzerine tartışmalara yol açan bağımsız moleküler evrim teorisi takip etti. 20. yüzyılın sonlarında DNA dizilimleri; moleküler türoluş ve yaşam ağacının üç alan (bakteri, arke, ökaryot) sistemine girmesini beraberinde getirdi. Ayrıca simbiyogenez ve yatay gen transferinin yeni kabul gören öğeleri, evrim teorisine daha da karmaşık bir hâl kazandırdı. Evrimsel biyolojideki buluşlar yalnızca biyoloji alanını değil; antropoloji ve psikoloji gibi diğer akademik disiplinlerle beraber toplumu da önemli ölçüde etkiledi.[1]

Antik Çağlar

Antik Yunan

İnsanlar dahil olmak üzere bir hayvan türünün, başka türlerden gelebileceği önerileri ilk olarak Sokrates öncesi düşünürlere dayanmaktadır. Miletli Anaksimandros (MÖ ~610-546) ilk hayvanların, dünyanın tarihindeki devirlerden birinde suda yaşadıklarını ve insan soyunun ilk yerleşimlerinin de suda olduğunu, hayatlarının bir bölümünü karada geçirdiklerini iddia etmekteydi. Ayrıca insanın sürekli bakıma ihtiyaç duymasına dayanarak, bugün bilinen biçimdeki ilk insanın başka türdeki bir hayvandan doğmuş olabileceği fikrini ortaya attı.[2] Empedokles (MÖ ~490-430), hayvanlarda doğum ve ölüm olarak adlandırdığımız şeyin yalnızca, sayısız ölümcül şeyin soyunun nedeni olan elementlerin karışma ve ayrışması olduğunu savundu.[3] Özele indirgendiğinde ilk hayvanlar ve bitkiler, bazıları farklı bütünleşmelere katılarak birleşen bugün gördüklerimizin ayrışmışlarıydı.[4] Ortaçağda daha etkili olan diğer filozoflar her şeyin türünün yalnızca yaşayan şeyler olmadıklarını ve aynı zamanda ilahi bir tasarıma sahip olduğunu düşünmekteydiler.

Atina Okulu: Platon (solda) ve Aristoteles (sağda)

Platon (MÖ ~428-348), biyolog Ernst Mayr tarafından "evrimciliğin büyük karşıkahramanı" olarak tanımlanmaktadır,[5] çünkü aynı zamanda biçimler teorisine dayanan özcülüğü ortaya koymuştur. Bu teori; görülebilir dünyadaki her bir bir doğal obje türünün, bu türü açıklayan biçim veya idealin kusurlu bir görünümü olduğunu varsaymaktadır. Örneğin "Timaeus" eserinde; iyi olduğu için ve "...kıskançlıktan bağımsız olarak, her şeyin mümkün olduğunca onun gibi olmasını" istediğinden dolayı Demiurgos'un kozmosu ve onun içindeki her şeyi yarattığını anlatan bir karakter vardır. Yaratıcı, "...evrenin onlar olmadan eksik olacağı" kavranabilir tüm hayat biçimlerini yaratmıştır.[6] Bazı bilim tarihçileri; Platon'un türlerin dönüşmüş olabileceğine inanmasından ve biyolojik türlerin değişmez öz karakteristiklerinin 17. ve 18. yüzyıllarda biyolojik taksonominin başlangıcına kadar önem arz etmemesinden dolayı, özcülüğün doğa felsefesinde ne kadar etkili olduğunu sorgulamaktadır.[7]

Ortaçağ'da Avrupa'daki en etkili düşünür olan Aristoteles (MÖ 384-322), Platon'un öğrencisi ve eseri muhafaza edilen ilk doğa tarihçisidir. Biyoloji üzerine yazdıkları, doğa tarihi üzerine yaptığı araştırmalardan ileri gelmektedir ve bugüne kadar genellikle Latince isimleriyle bilinen dört kitap olarak ulaşmışlardır: "De anima" (Yaşamın kaynağı üzerine), "Historia animalium" (Hayvanlar hakkında araştırmalar), "De generatione animalium" (Üreme) ve "De partibus animalium" (Anatomi). Aristoteles'in eserlerinde -bazı mitler ve yanılgıların yanı sıra- dikkat çeken bazı gözlemler ve yorumlar bulunmaktadır.[8] Charles Singer'e göre hiçbir şey Aristoteles'in, "scala naturæ" (Lat.: "Büyük varlık zinciri") gibi, yaşayan canlıların ilişkilerini ortaya çıkarmak için gösterdiği çabadan daha dikkat çekici değildir.[8] "Historia animalium" eserinde tanımlanan bu yapı, organizmaları hiyerarşik düzen gözeterek "Yaşam Merdiveni" veya "Varlık Zinciri" ile, yapı ve işlevlerinin karmaşıklığına bağlı olarak sınıflamaktadır.[6]

Stoacı felsefe okulunun kurucusu Kıbrıslı Zenon (MÖ 334-262) gibi diğer Yunan düşünürleri, Aristoteles'in ve teleoloji olarak bilinen; doğanın, bir amaç için tasarlanmış olmanın kanıtlarını gösterdiği yönündeki görüşü savunan önceki düşünürlerin fikirlerini kabul etmişlerdir.[9] Roman stoacı düşünür Cicero; Zenon'un, Stoa fiziğinin merkezindeki görüşü için bilindiğini yazmıştır.[10]

Antik Çin

Milattan önce 4. yüzyılda yaşayan Taoist düşünür Zhuangzi (Chuang Tzu) gibi Antik Çin düşünürleri, biyolojik türlerin değişimiyle ilgili fikirler ortaya attılar. Joseph Needham'a göre Taoizm, biyolojik türlerin değişmezliğini açıkça reddeder ve Taoist düşünürler, türlerin farklılaşan çevrelere tepki olarak farklılaşım geliştirdiklerine dair tartışmalarda bulunmuşlardır.[11] Taoizm, Batı düşüncesinin daha durağan klasik doğa görüşünün aksine insanı, doğayı ve cenneti; "Tao" olarak bilinen, var olan bir "daimi dönüşüm" olarak ele alır.[12]

Antik Roma

Roman düşünür ve atomist Titus Lucretius Carus (ö. MÖ 50), Yunan epikürcü filozofların fikirlerinin bugüne kalan en iyi açıklaması olan "Şeylerin Doğası Üzerine" (De rerum natura) şiirini yazdı. Şiir; doğalcı mekanizmalar aracılığıyla kozmos, dünya, canlılar ve insan topluluğunu tanımlamaktadır. Yapıt, Rönesans dönemi düşünür ve bilim insanlarının kozmoloji ve evrim üzerine tartışmalarını etkilemiştir.[13] Şiirde yer alan görüşler; Marcus Tullius Cicero, Genç Seneca ve Hıristiyan teolojisini etkileyen teleolojik doğal dünya görüşleri olan Gaius Plinius Secundus gibi Roman stoa okulu düşünürlerinin fikirleriyle tamamen zıttır.[14] Cicero; bir kurum olarak Aristocu ve stoacı doğa görüşü tarafından, hayatta kalmak için en uygun yaşamı sağlamanın Eski Yunan'daki seçkin kesim için "çantada keklik" olduğunu belirtir.[10]

Augustinus

4. yüzyılda yaşamış piskopos ve teolog Aurelius Augustinus, Tekvin'deki yaratılış hikayesinin fazla edebî okunmaması gerektiğini yazdı. "Tekvin'in Edebî Yorumlanması Üzerine" adlı kitabında; bazı durumlarda yeni yaratıkların, önceki yaşam biçimlerinin "ayrışması" aracılığıyla meydana gelmiş olabileceğine değindi.[15] Meleklerin teolojik olarak mükemmel biçimleriyle ilgili düşündüklerinin aksine Augustinus için "bitki, kuş ve hayvan yaşamı mükemmel değil ... ama olanak dahilinde yaratılmış".[16] Augustinus, yaşam biçimlerinin zaman içerisinde yavaşça değiştiğini düşündü ve bir tür evrim fikrini ortaya attı.[17][18]

Ortaçağ

İslâmi felsefe ve varoluş mücadelesi

Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra Yunan ve Roman evrim fikirleri sona erse de, İslâmi düşünürler ve Müslüman bilim insanları için konu hâlâ canlıydı. 8. yüzyıl'dan 13. yüzyıl'a kadar süren İslam'ın Altın Çağı'nda düşünürler doğa tarihi ile ilgili fikirleri keşfettiler. Cansızdan canlıya: "mineralden bitkiye, bitkiden hayvana ve hayvandan insana" değişinim de bu fikirlere dahildi.[19]

El-Cahız, 9. yüzyılda yazarak, doğa tarihi hakkında detaylı düşünceler yayınlayan ilk Müslüman biyolog oldu. Hayvanlar Kitabı'nda bir hayvanın hayatta kalma şansı için çevre faktörünün etkilerini ele aldı ve varoluş mücadelesini açıkladı.[20] Kitabında ayrıca besin zinciri ile ilgili tanımlara yer verdi.[21] Çevrenin hayvan türüne etkisini ve bir hayvanın hayatta kalma olasılığında çevrenin etkilerini ele aldı. Mesela: "Kısaca hiçbir hayvan yiyecek olmadan var olamaz ve avlanan bir hayvan, kendi sırası geldiğinde av olmaktan kurtulamaz. Her zayıf hayvan, kendinden daha zayıf olanı yok eder. Güçlü hayvanlar ise kendilerinden daha güçlü hayvanlara yem olmaktan kurtulamazlar."[20]

Kimi yorumculara göre İbn-i Haldun'un bazı düşünceleri, biyolojik evrim teorisi hakkında öngörülere sahiptir.[22] 1377 yılında yazdığı Mukaddime adlı eserinde insanoğlunun, tür çeşitliliğinin arttığı bir süreçte "maymunlar dünyasından" türediğini yazmıştır.[22] İbn-i Haldun, kitabının birinci bölümünde: "Bu dünya, tüm yaratılmışları ile mutlak bir düzen ve katı bir yapıya sahiptir. Bu da nedenler ile neden olunanlar arasındaki bağlantıyı, yaratılışın bazı bölümlerinin diğerleriyle olan birleşimlerini ve bazı varlıkların başkalaşımlarını muhteşem ve sonsuz bir örüntüyle gösterir." der.[23]

Altıncı bölümünde ise şu ifadeler yer alır:

“Basit ve çeşitli dünyanın tüm varoluşunun doğal bir önce gelen (selef) ve sonra gelen (halef) düzeni içerisinde oluştuğunu ve böylece her şeyin devamlılığının kesintisiz olarak sürdüğünü açıkladık. Dünyanın her bir münferit sürecinin sonundaki hakikat, doğa tarafından dönüşmek için hazırlanmıştır. Basit maddi unsurlarla olan şey budur. (...) Zeka ve algıyı kendilerinde birleştiren, insan ile olan ilişkilerinde düşünme ve tepki verme kabiliyeti olan maymunlara olan da budur. Dünyanın her bir safhasında, her iki tarafta da dönüşüm için olan hazırlık, biz onların bağlantısı hakkında konuşurken de sürmektedir.”[24]

Gelenek dışı evrim teorisi

Omega noktası

Pierre Teilhard de Chardin'in metafizik boyuttaki Omega Noktası Teorisi, evrenin; atomaltı parçacıklardan, son safha ve amaç olarak gördüğü insan toplumuna aşamalı gelişimini betimler.

Gaia hipotezi

Teilhard de Chardin'in fikirleri; dünyanın canlı ve cansız parçalarının, tek bir organizmanın etkileşimli karmaşık sistemi gibi görülebileceğini ortaya koyan James Lovelock tarafından, daha özele indirgenmiş Gaia hipoteziyle bağlantılı görülür.[25] Hipotez, ayrıca Lynn Margulis[26] ve başkaları tarafından da endosimbiyoz ve egzosimbiyozun bir genişlemesi olarak görülmektedir.[27] Bu değiştirilmiş hipotez, tüm canlıların dünyada genel olarak hayatı destekleyen çevre üzerinde düzenleyici bir etkisinin olduğunu varsayar.

Dipnotlar

  1. Futuyma 1999.
  2. Kirk, Raven, Schofield, s. 140-142
  3. Kirk, Raven, Schofield, s. 291-292
  4. Kirk, Raven, Schofield, s. 304
  5. Mayr 1982, s. 304
  6. 1 2 Johnston 1999.
  7. Wilkins 2006.
  8. 1 2 Singer 1931.
  9. Bowler 1992, s. 44
  10. 1 2 Cicero, s. 179
  11. Needham & Ronan 1995, s. 101
  12. James 2008.
  13. Sedley 2004.
  14. Bowler 1992, s. 44-46
  15. Augustine, s. 89-90
  16. Gill, s. 251
  17. Owen, 2009.
  18. Irvine, 2009.
  19. Waggoner.
  20. 1 2 Zirkle 1941, s. 71-123
  21. Egerton 2002, s. 142-146
  22. 1 2 Kiros 2001, s. 55
  23. İbn-i Haldun, Chapter 1, s. 74-75
  24. İbn-i Haldun, Chapter 6, Part 5
  25. Lovelock 2003, s. 70
  26. Lynn 1995
  27. Fox 2004

Kaynaklar

This article is issued from Vikipedi - version of the 1/2/2017. The text is available under the Creative Commons Attribution/Share Alike but additional terms may apply for the media files.